Ne zaman kimle konuşsam ve nasılsın diye sorsam aldığım yanıt genellikle “koşturuyoruz işte!” oluyor. Bu yanıt yalnız benim bir şekilde yaşadığım deney değil, Televizyon dizilerinde, mahallede, sokakta, okulda; hemen hemen herkesin kendi ruhsal durumunu anlatan ve irdelenmesi gereken önemli ve hatta milli bir söz olmuş “koşturuyoruz işte”

“Ne sakıncası var?” diye düşünülebilir; hatta “oturmaktan iyidir!” de denilebilir kuşkusuz. Fakat koşturmak aslında kişinin elinde olmayan, “zorunlu” olan ve genelde mutluluktan çok “mutsuzluğu”; belki de “başarısızlıkları” gizleme gibi geliyor bana…
Koşturmaya rağmen istenilen sonuçlar yaratılamamışsa, koşmak bir sorun yumağı haline dönüşebiliyor doğal olarak…
“Kaç tutturdun?” diyorum şakayla karışık bana “koşturuyoruz” diyenlere. Önce belirsiz bir şekilde yüzüme bakıyorlar ve sonra gülerek daha detaylı anlatmaya başlıyorlar. Anlattıkça kendilerine zaman ayıramadıklarını, işlerinin zor olduğunu, ekmeğin aslanın midesinden daha derinlere bir yerlere gittiğini, piyasanın gittikçe ağırlaştığını, hiçbir şeyin eski tadında olmadığını, bir sinemaya bile gidemediklerini, tatil yapamadıklarını, yapsalar bile akıllarının işlerinde kaldığını ama yapacak bir şeylerin olmadığını; söylediklerine kendileri inanmasa da “gerçeğin bu” olduğunu anlatıyorlar...
Bende şakaya devam edip, “koşturma sen de o halde!” deyince “ne yapalım başka bir şey elimizden gelmiyor ki!” diyorlar…
Mutsuzluk almış başını yürümüş. İş yapıyor insanlar ama çoğunlukla işleri ile araları iyi değil. Kapılmışlar bir çarka ve nefes almadan bir şeyler yaptıklarını sanıyorlar, belki de bir şeyler yapıyorlar ama mutsuzlar, doğal olarak “tükenmişlik sendromu” içindeler haberleri olmadan
Yiyerek rahatlamaya çalışıyorlar ama hareketsiz bir yaşam girdabına düştükleri için kilo alıyorlar. Kilo aldıkça mutsuzlukları artıyor, kendilerinden ve başkalarından kaçmaya başlıyorlar…
Bir başka çare olarak sigara ve alkol tüketiyorlar ama ondan da “hayır” görmedikleri için kaçışlarına kaçışlar ekleniyor. “Koşturmalar” “kaçışlara”, kaçışlar yine nereye belli olmayan koşturmalara dönüşüyor…
Birde “hırslı” olanlar iyice tüketiyor kendini “azimli” olmakla “hırslı“ olmayı karıştırdıkları için… “Dış körlük” kadar “zihinsel körlükte“ yakasını bırakmıyor küresel dünyanın insanlarını… Sonrada yalnızlık, değersizlik, önemsizlik duyguları içinde ömür tüketmeye devam ediyorlar.
Dinlenmeye, eğlenmeye, düşünmeye, egzersiz yapmaya, hobilerle uğraşmaya vakit ayırmayınca koşamıyor ve koşturamıyor. 
Yıpranmış, yenilenmemiş olarak bir kenara savruluyor yurdumun insanı ve kendi yalanına kendi de inanamamış olsa da bir türlü bu hipnozu kıramamış olarak hayata veda ediyorlar…
Farkında olanlar, farklı yaşayanlar hayatının efendileri olanları var bu topraklarda sayıları az da olsa.. Gönül, böyle canların, çok olmasını, doyasıya nefes almasını, mutlu olurken mutluluk vermesin; birazda “ohh be hayat varmış!”demesini görmek, duymak ve hissetmek istiyor doğal olarak…
İnsan, insanca yaşayamaz, insan olduğunun farkına varamazsa, “insan olmayı” ne kadar becerebilir ki?!..
Değil mi?..
Prof. Dr. Turgay BİÇER