Ülkemiz 1950'li yıllardan itibaren öncelikle sanayinin yer seçim kararları ile sonrasında da iş ve aş öncelikli nedenler ile göç ve kentleşme sürecini sancılı bir şekilde yaşamıştır.

1950'lerden bu yana yaklaşık altmış yıllık sürede kentlerimiz, plansız gelişmiş ve ağır sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Bu dönemde yapı üretim sürecinin sorunlu gelişmesi nedeni ile kentlerimizdeki yapı stoku başta deprem olmak üzere tüm afetler açısından büyük riskler taşımaktadır. Bu doğrultuda da İstanbul gibi bir metropol bile yapı stoku açısından % 70'lere varan oranda planlama ve ruhsat sorunları ile gelişmiştir. Doğru şekilde yönetilemeyen, kendi kurallarını oluşturan ve tamamen bir sorunlar yumağı haline gelen ülkemizdeki kentleşme süreci artık neredeyse tıkanma noktasına gelmiştir. Planlama hem ulusal ölçekte, hem de yerel ölçekte geriden geldiğinden, sadece kağıt üstünde kaldığından ve doğru stratejiler önceden oluşturulamadığından kentlerimiz kırılgan hale gelmiştir. Bilime ve akla aykırı uygulamalar ile rant politikaları nedeniyle, ülkemiz bir "afetler ülkesi" haline gelmiştir. GSMH'nın her yıl ortalama % 3'ü ile % 7'si afet zararlarını karşılamaya harcanmaktadır. Gerçekte hepsi birer doğa olayı olan deprem, heyelan, çığ/kaya düşmesi, sel v.b. olaylar bilinçsizce verilmiş yer seçim kararları, bilimsel verilerden yoksun imar planları, düşük standartlarda ve mühendislik hizmeti görmemiş yapı üretimi, kısaca ranta dayalı hızlı, düşük nitelikli, tasarımsız, plansız kentleşme ve sosyo-ekonomik politikalar sonucu insani, sosyal ve ekonomik yıkımlara dönüşmektedir.  "Deprem değil, bina öldürür" sözünün doğruluğu ne yazık ki ülke olarak yaşadığımız her deprem felaketinin ardından bir kez daha kanıtlanmaktadır. Akdeniz deprem kuşağında yer alan ve yaklaşık olarak %60'ı faal deprem kuşağı üzerinde olan ülkemizde, buna rağmen son 10 senede ne deprem anında alınması gereken önlemlere ve yapılması gerekenlere, ne de depremden sonraki koordinasyon ve organizasyon çalışmalarına ilişkin yeterli çalışma yapılmamıştır.

Deprem ve diğer afetlere vatandaşlarımızın hiçbir hazırlıklarının olmamasının yanında ikamet ettikleri, eğitim gördükleri, sağlık hizmetlerini aldıkları ve benzeri nedenlerle gün içerisinde kullandıkları yapıların da afetlere hazırlıklı olmadığını açık şekilde görebilmekteyiz. Kentlerimiz yapı üretim sürecine bağlı bu denli hayati sorunlarla karşı karşıyayken önce büyük marmara depremi, sonrasında da 2011'deki Van depreminin ardından yangından mal kaçırırcasına bir kanun tasarısı görüşülüp yürürlüğe konulmak istenmektedir. Kentsel dönüşümün ve başta deprem olmak üzere kentlerimizin tüm afetlere karşı iyileştirilmesi ve yeniden yapılandırılması gerekliliği, gerek akademik çevrelerce, gerek sivil toplum kuruluşlarınca, gerekse de vatandaşlarımızca sürekli olarak vurgulanmaktadır. Ancak kentsel dönüşümün tam olarak ne anlama geldiği ve hangi amaçlar doğrultusunda uygulanması gerektiği kamuoyuna doğru şekilde anlatılmalıdır.

Kentsel dönüşüm en genel anlamıyla; zaman içerisinde eskiyen, köhneyen, yıpranan, afet riski altında olan ya da potansiyel arsa değeri mevcut üst yapı değerinin üzerinde seyreden ve çoğu kez yaygın bir yoksunluğun hüküm sürdüğü kent dokusunun, altyapısının sosyal ve ekonomik programlar ile oluşturulduğu bir stratejik yaklaşım içinde, günün sosyo-ekonomik ve fiziksel şartlarına uygun olarak yenilenmesi, değiştirilmesi, geliştirilmesi, yeniden canlandırılması ve bazen de yeniden oluşturulması eylemi olarak tanımlanabilir. Ancak günümüzde mevcut hükümetin yönetim anlayışı ve bu anlayış paralelinde uygulamaya koyulan projeler nedeniyle "kentsel dönüşüm = rant" algısı oluşturulmuştur. Kentsel dönüşüm, yörede yaşayan nüfusla, nüfusun sosyo-ekonomik ve kültürel özellikleriyle, yapılan işin ekonomik çerçevesiyle, alanda ortaya çıkan yasal-yönetsel sorunlarla son derece kapsamlı bir uygulamadır. Ancak bu derece önemli bileşenlere sahip olması gereken dönüşüm, ülkemizde diğer tüm boyutları bir yana bırakılarak sadece yapı stoku yenilenmesi olarak değerlendirilmekte ve kent toprağından kazanç elde edebilme maksadıyla yapılmaktadır. Halbuki dönüşüm alanı ilan edilen bölgelerde alınacak ve sonrasında stratejiler doğrultusunda uygulamaya konulacak olan kararlar yerel-toplumsal özellikler ile sıkı bir ilişki içinde olmalıdır. Aksi takdirde kentsel dönüşümün diğer ayakları tam olarak oluşturulmadığından, kent toprağının sermaye olarak kullanılmasının ötesine geçilemez.

Bir yandan kentsel dönüşüme dair yanlış uygulamalar birer birer hayata geçirilirken, ülkemizde son 10 yıllık AKP iktidarı sürecinde çözüm odaklı olmayan sadece gündem odaklı Kanun ve yönetmelik çalışmaları da maalesef artarak devam etmektedir. Bunun son örneği de Van depreminin ardından hükümetin hızla, üzerinde yeterli mesai harcanmadan ve bilimsel gerçeklere dayandırılmadan, rantı ve keyfi uygulamaları merkezine oturtmuş olan "Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı"dır. Bu kanun çalışması, yürürlüğe konma şekli ve içeriği ile tamamen yanlıştır. Yetkilerin dağıtılması, imar çalışmalarında farklı farklı bir çok kurumun yetkilendirilmesi konusunda son dönemde pek çok özel kanunun altında imzası bulunan AKP hükümeti yine maalesef aynı hataya düşmektedir. Bütünü kaçıran, projelerinde de olduğu gibi günü kurtarma zihniyetiyle kanun tasarıları, kanun hükmünde kararnameler ve yönetmelikler oluşturan hükümet, 2009 yılında kendi hükümetinin Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'nca 4-7 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilen Kentleşme Şurası'nda çıkan olumlu ve mutlaka değerlendirilmesi gereken sonuçları bile göz önünde bulundurmamaktadır. Ülkemizin deprem, sel, heyelan vb. afetlerle sıklıkla karşılaşması ve bu afetlerin yol açtığı sonuçlara her seferinde seyirci kalınmış olması maalesef son büyük Van depreminin ardından mevcut AKP iktidarının afetlere yönelik bu kanun tasarısı çalışmasını yapması sonucunu getirmiştir. Söz konusu tasarı ile Türkiye kentlerinin sorunlarının çözülmesi mümkün değildir.

Kentlerimizde, afetlere karşı gerekli tedbirlerin alınması hususunda bir mevzuat düzenlemesinin gerekliliği durumu aşikardır. Ancak hükümetleri döneminde belediye, yerel yönetimler ve imara ilişkin özel kanunlar yürürlüğe koyan hükümetin, gündemine afetlerin 10 yılın ardından gelmesi çok üzücüdür. Bu denli önemli bir konunun, gündeme alınması için bir başka büyük felaketin yaşanmasını beklemek zorunda mıyız?

Sonuç olarak ülkemiz kentlerinin afetlere karşı güçlendirilmesi ve hazırlıklı duruma getirilmesi gerekmektedir. Bu yeniden yapım ya da güçlendirme aşamalarında da kentsel dönüşüm mutlaka kullanılması gereken yararlı bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak yapı stokunun yenilenmesi süreci rant oluşturma ve kazanç sağlama kapısı olarak görülmemelidir. Bu doğrultuda da hem yasal hem de yönetsel düzenlemelerin yapılması zaruridir. Ancak Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısında yer alan hükümler ile özetle hem vatandaşlarımızın mülkiyet hakları ellerinden alınarak mağduriyetlerine neden olunacak, hem de geriye kalan tüm doğal alanlarımızın (meralar, ormanlar, su havzaları, kıyılar, tarım alanları) talanının bir kez daha önü açılmış olunacaktır. Bir diğer yandan da tasarı bu haliyle ülkemiz kentlerinin gerçek ihtiyacı olan, kentlerin afetlere karşı duyarlı, sakınım içerikli planlanmasını, denetimsiz ve mühendislik hizmeti almamış yapılaşmanın engellenmesini sağlayacak düzenleme olmaktan oldukça uzaktır. Kentlerimiz ve vatandaşlarımız tüm bu gerçekler gözönünde bulundurularak ve bilimsel gerçekler ışığında yapılacak düzenlemelerle hayatlarını afetlere karşı koruyabilirler.

Ahmet TURGUT / Etik Haber